Küreselleşme ve yeni liberal ekonomi, refah devleti döneminden radikal bir kopuşu temsil etmektedir. Bu kırılma ile kentsel mekândaki güvenlik mekanizmaları, aktörleri ve algıları değişmiştir. Yeni süreçte bireysel güvenlik talebi artmıştır. Kurumlar ve bireyler büyük ölçekte özel güvenlik hizmeti satın almaya ve kullanmaya başlamıştır. Ayrıca kentin güvenliği yeni teknik ve mekanizmalarla sağlanmaya başlanmıştır. Küresel-neoliberal dönemde toplumsal kesimler arasındaki eşitsizlikler ve güvencesizlikler de artmıştır. Toplumsal güvensizlik arttıkça, kamusal alandaki güvenlik arayışı da yeni güvenlik paradigmasına paralel olarak değişmiştir. Bu makale, değişen güvenlik paradigması ile toplumsal eşitsizlikler ve tabakalaşma arasındaki ilişkiyi analiz etmektedir. Kentsel ayrışmanın güvenlik temelli bölünmesi kent içinde izlenebilmektedir. Farklılaşan güvenlik algısı ve beklentileri kent sakinleri arasındaki ilişkiler üzerinde etkilidir. Bu etki kentsel eşitsizliklere paralel olarak kamusal alan ve kentsel coğrafyanın yeniden biçimlenmesine ve tanımlanmasına neden olur. Kentin içindeki daha varlıklı kesimler kapanma eğilimi ile kentten yalıtılmış alanlarda yaşamayı tercih ederken kent ve toplum bir anlamda toplumsal bir parçalanma yaşamaktadır. Güvenlik odaklı yaklaşım ve beklentiler kentin bazı bölgeleri ve bu bölgelerde ikamet eden nüfus için yeni imaj ve değerlerin yaratılmasına da neden olmuştur. Şehir karşıtı söylem yaygınca kullanılarak, özellikle şehir merkezinin tehlikeli olduğu söylemi gün geçtikçe gündelik hayat içinde yaygınlaşırken kent ideali çözülmektedir. Bu çalışma küreselleşme döneminde güvenlik arayışının kentsel eşitsizlikler bağlamında nasıl ortaya çıktığını ve kentsel mekan üzerindeki etkisini tartışmaktadır.
Globalisation and the new liberal economy represent a radical break with the welfare state era. With this break, security mechanisms, actors and perceptions in urban space have changed. In the new process, individual demand for security has increased. Institutions and individuals began to purchase and use private security services on a large scale. In addition, the security of the city has begun to be provided with new techniques and mechanisms. In the global-neoliberal period, inequalities and precariousness between social segments have also increased. As social insecurity has increased, the search for security in the public sphere has changed in parallel with the new security paradigm. This article analyses the relationship between the changing security paradigm and social inequalities and stratification. The security-based division of urban segregation can be traced within the city. Differences in security perceptions and expectations have an impact on relations between urban dwellers. In parallel with urban inequalities, this effect leads to the reshaping and redefinition of public space and urban geography. While the more affluent segments of the city prefer to live in areas that are isolated from the city and tend to close in, the city and society are experiencing a kind of social fragmentation. Security-oriented approaches and expectations have also led to the creation of new images and values for some parts of the city and the people who live in them. While the anti-city discourse is widespread, especially the discourse that the city centre is dangerous is becoming more and more common in everyday life, the urban ideal is dissolving. This study discusses how the search for security in the era of globalisation has emerged in the context of urban inequalities and its impact on urban space.