Bu çalışma ile Nelson Mandela’nın, -mahkumiyetine rağmen- emperyalizme ve ırkçılığa karşı sesini çıkaran ve Güney Afrika’nın ezilen halkı içerisinde Özne/nesne ilişkisinde bir sarsıntıya yol açan ‘susturulmuş/susturulmamış’ bir sömürge bireyi olarak incelenmesi amaçlanmıştır. Güney Afrika özgürlük yolunda, sömürgecilik ve ayrımcılıktan büyük acıların yaşandığı uzun bir yoldan kat etmiştir. Bu durum, yerli halkın cahilliğe ve yoksulluğa itilmesi, sonunda da kendi öz vatanında ötekileştirilmesi ve ezilmesine yol açan ırkçılık hegemonyasından kaynaklanmaktadır. Bu söylem, Güney Afrika yerli halkının kolektif kimliklerini tanımaları ve muhafaza etmeleri engellenmek suretiyle tatbik edilmiştir. Örneğin Batı, yerli halka ekonomi, din ve eğitim yoluyla yeni bir sömürge kimliği aşılamak suretiyle, kendi ‘Özne’ pozisyonunu sağlamlaştırma, batılı olmayanlara ise ‘nesne’ rolünü başka bir deyişle susturulmuş yerli rolünü verme yoluna gitmiştir. Böylesi bir ‘Özne/nesne ilişkisini yok etmek-ya da ‘söz hakkına’ sahip olmak için ‘susturulanlar’ kendi kolektif kimliklerini geri kazanarak zulmedenlerin hegemonyasına meydan okumalıdır. Bunu yapmak ezen güç tarafından sağlanan ve asla masum olmayan bilgi söylemiyle mümkün değildir, bu ancak çalınmış bir tarihi ve kişiliği reddedip, yerli halkın kendi özgün anlayışına sahip olmasıyla mümkün olabilir. Ezilenlerin ve susturulanların sesleri bu dönüşümle ‘duyulabilecek’ bu kişiler yine ancak böylesi bir dönüşümle ırkçılık tarafından kendilerine empoze edilen ezilmişlikten ve mağduriyetten kurtulabileceklerdir.
This paper aims to study Nelson Mandela as a silenced/speaking colonial subject who despite his imprisonment speaks out against imperialism and apartheid, which leads to a shattering of the S/subject relationship within the oppressed society of South Africa. South Africa has travelled a long way to freedom, suffering a lot through colonialism and segregation. It is due to the hegemony of racism that the native becomes subject to poverty and illiteracy and consequently experiences ‘subalternity’ and ‘marginalization’ in their own land. The discourse is applied to the indigenous by preventing them from recognizing and retaining their collective identity. For example, by giving natives a new colonial subjectivity through religion, schooling, and the economy, the West asserts its position as the ‘Subject’ thereby assigning the non-Western the role of the ‘subject,’ or in other words, the ‘mute’ native. To smash such S/subject relationships or to attain a ‘voice’ the ‘silenced’ need to challenge the hegemony of the oppressor by reclaiming his/her collective identity. This reclamation is not possible through the knowledge discourse provided by the oppressor since it is never innocent, but rather can be achieved through his/her own indigenous understanding of the local as well as the subjectivity and the culture which have been stolen. It is by this transformation that the oppressed indigenous will be ‘heard’ since by this shift, he/she gets emancipated from the ‘subalternity’ imposed by apartheid.